Home » Featured » Yorum: ‘Pokemon Go’ ve Distopya Günleri

Yorum: ‘Pokemon Go’ ve Distopya Günleri

Pokemon Go adında bir oyun çıktı. An itibariyle dünyada milyonlarca insan sokaklarda, aslında olmayan, yalnızca telefon kamerasından görünen “pokemon” namlı yaratıkların peşine düşmüş durumda.

Dünya, enteresan bir yer oldu. Hem de “80 sonrası nesil” için bile! Her yıl onlarca “çılgınlık” peyda oluyor; milyonlarca insan, gündelikle, hayatla, doğayla ve hatta endüstriyel düzenle ilgisini kurmanın mümkün olmadığı bir sanal gerçekliğe, gerçeklikten daha fazla değer biçiyor. Bunu kaba bir inkarcılığa, sırtını dönüp gitmeye ya da dinozorluk etmeye çağırmak için söylemiyorum, olan bu. Hatta artık “olanla ölene çare bulunmaz” denecek kadar “olmuş bitmiş” bile sayılabilir.

Pokemon Go adında bir oyun çıktı. Basitçe anlatmaya çalışırsak, an itibariyle dünyada milyonlarca insan (Bu yazı yazılırken sadece ABD’de oyunun yüklenme sayısı 10 milyonu aşmıştı.) sokaklarda, aslında olmayan, yalnızca telefon kamerasından görünen “pokemon” namlı yaratıkların peşine düşmüş durumda. Kentin sulak yerlerinde “su tipi”, ormanlık alanlarında “orman tipi” pokemonlar var. Hatta oyun, size gösterilecek reklamlar için zaten dinlenen telefonunuzdaki ses verilerinizden de faydalanıyor; mesela etrafınızın kirli olduğunu söylediğinizde, pasaklı pokemonlar gönderiyor. Bunun dışında bazı noktalar “Pokestop” olarak belirlenmiş ve buralardan oyunda kullanılacak bazı önemli gereçler alınıyor.

Oyun, önceleri daha çok askeri simülasyonlar için kullanılan “artırılmış gerçeklik” metoduyla hazırlanan ilk oyun. Basitçe, gerçek dünyaya sanal yerleştirmeler, Pokemon Go ile birlikte ilk defa bu denli kitlesel olarak hayatımıza girmiş oldu. “Bu daha başlangıç” yani, “delirmeye devam!” Oyunun ilk birkaç günde üretici firma Nintendo’nun hisselerini “uçurduğu” göz önünde bulundurulursa, diğer firmalardan cin gibi fikirlerin üretilmeye devam edileceğini kolaylıkla öngörebiliriz.

Oyunun çıkması ardından ilk vukuatlar da haberlere yansımaya başladı. Önce, Meksika’da bir kişinin pokemon yakalamak isterken köprüden düşerek yaşamını yitirdiği haberi geldi. (Bu haberin doğru olmadığına yönelik haberler de var.) Ardından ABD’de üç kişinin gözaltına da alındığı bir hırsızlık yöntemi hemen icat edildi: Hırsızlar, oyun sinyali göndererek kafasını ekrana gömmüş ve sanal gerçekliğe hapsolmuş oyuncuları izbe sokaklara yönlendiriyor, gasp ediyordu. İstanbul’da da 34 yaşında bir mühendis, pokemon peşinde Emniyet Müdürlüğü bahçesine girince “gizli gizli fotoğraf çektiği” iddiasıyla gözaltına alındı. Bu vakaların artacağına kuşku yok.

‘Artırılmış’ sanallık!

Ray Bradbury, Truffaut’nun sinemaya da uyarladığı meşhur distopyası Fahrenheit 451’de, belki de kıyısında olduğumuz dünyayı anlatıyordu. O dünyada, artık evler yanmaz malzemeden yapılmıştı ve itfaiyecilerin görevi, yangın söndürmek değil kitapları yakmaktı. İnsanlar, evlerinin duvarlarını kaplayan televizyonlarda oluşturulmuş “yapay dijital ailelerle” diyalog kuruyor, bütün günü yalnız başlarına ama sanal bir toplumsallaşma hissiyle geçiriyordu. Kitap, 1951 yılında, ABD’de televizyonlar henüz yaygınlaşmaya başladığında yazıldı. Bugün öngörüsü, giderek daha gerçek bir hale geliyor. Yapay dijital ailesine sormadan adım atmayan Clarisse, o gün yaratıcı zihnin ürünü bir “karakter”di, bugünse bir “tip” oldu. Sosyal medyanın yaygın kullanım amacının bizim hayal ettiğimiz gibi “alternatif mecralardan haber almak” olmadığı, insanların Facebook, Instagram, Twitter gibi mecralarda “kendini gerçekleştirmenin” ve “doyumun” peşine düştüğü, sır değil.

Bilgisayar ve televizyon ekranları, bugün pek çoğumuza, insanlara ihtiyaç duymadığımız bir “gerçeklik” imkanı sunuyor. Endüstriyel üretime ve hizmete katılım kapitalizmin bekası için hâlâ kaçınılmaz olmasa, kimsenin birbiriyle iletişim kurmasına gerek kalmadığı bir “toplumsallığın” inşası bile hedeflenebilir! Oyun teknolojisi, hologramları kullanma ve gerçek bedensel aksiyonları sanala aktarma konusunda da denemeler yaparken “distopya”nın sözlük anlamını yeniden düşünmek gerekiyor.

İşten ya da okuldan eve döndükten sonra eline telefonunu alıp sokaklara çıkan ve kafasını kaldırıp olan bitene, geçip gidene bakmadan telefon ekranına gömülerek yürüyen; yalnız o ekran üzerinde görünen ama “oyuncu” için ağaçlardan, kaldırımdan, hatta insanlardan daha fazla “gerçek” olan pokemonları yakalamaya çalışan bu insanlar, kentin yeni toplumsallığının -ya da antitoplumsallığının- esas öznesi. Betimleyip durduğumuz, hakkında şiirler okuyup methiyeler düzdüğümüz, eskinin anlatısıyla hayal ettiğimiz “halk”, bugün tam olarak bu. Yalnızca son yüzyılın insanına, toplumuna, kentine karşılaştırmalı gözlerle bakacak olursak, distopyanın gerçeğe döndüğü güne eriştiğimizi söyleyebiliriz.

Şimdi soru şu: Yeni bir toplumsallık inşa etme iddiasında olanın üzerinde yükseleceği iktidardan görece bağımsız hazır bir zemin, özerk bir alan -sözgelimi halk ozanlığı, aşiret ahlakı, azınlıktaki dinlerin ritüelleri- artık yok. Eski anlatıyı yeni düzene giydirmeye çalışmanın, nesnelliğin tespitine değil “ideal olanın” tespitine dayanarak mücadele araçları geliştirmenin, toplumsallaşabilir alternatifler yaratmakta ne kadar ehliyet sahibi olduğu da şüpheli. O halde, Lenin’den 114 yıl sonra yeniden sormak, yeni duruma göre yanıtlamak gerekiyor: Ne yapmalı? Toplumsallığı ve tarihi foseptik çukuruna atamayacağımıza göre, sokaklarda pokemon peşinde gezen, kendini dijital verilerle ifadelendiren, anlamı ve “hakikati” internette arayan halk gerçekliğiyle, nasıl yapmalı?

Osman Oğuz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.