Home » Featured » Yorum: Devletin Ekmeği Ve Cüppenin Düğmesi

Yorum: Devletin Ekmeği Ve Cüppenin Düğmesi

ist-akdemisyen-barisGiderek daha gerçeküstü bir yer oluyor Türkiye.

Örneğin önümüzdeki hafta eğer daha heyecan verici olaylar gündeme gelmezse, devlet başkanının muhtarlarla buluşacağını, o buluşmada kendisinin çok büyük bir olasılıkla imzacı ve destekçi akademisyenlere bir kez daha hakaret edeceğini ve muhtarlar tarafından çılgınca alkışlanacağını biliyoruz.

Malumunuz en son konuşmasında, ‘sözde’ akademisyenlerden, ‘kendilerine akademisyen diyen lümpenler’ olarak söz etti ve onlardan (yani ben ve meslektaşlarımdan) ‘tiksindiğini’ ilan etti.

Anayasaya göre (gülmeyin, gerçekten bir anayasamız var!) yansızlık yemini etmiş ve ‘devlet ile milleti’ temsil görevi olan yöneticiden bahsediyoruz. Beni temsil eden insan beni aşağılıyor, benim seçtiğim ve metni okumadığından emin olduğum muhtarlar, beni aşağılayanı alkışlıyor! İkametgâh ilmuhaberi hazırlamaktan bu hale geldi insanlar…

Aynı hukuk sisteminde, bu sözlerin binde birini edenler üç beş yılla yargılanıyor. Üstelik ‘cumhurbaşkanına hakaret’ diye bir suç, ‘hukuken’ mümkün değilken. Ve hiç kimse çıkıp ‘hayır efendim, mümkün’ diyemiyorken…

İnanın, eğer bizler gibi şımarık elitler olsanız ve şu cümleleri yabancı dile çevirmeye kalksanız, ecnebilere anlatmak hiçbir biçimde mümkün olmaz. Ecnebi demişken, demokrasi konusunda bizim kadar şanslı olmayan zavallı İngiltere’de böyle bir şeyin olduğunu hayal etsek ya.

Kraliçe, en küçük yerel idari birimin temsilcilerini toplamış, tepesini attıran İngiliz akademisyenlerinden tiksindiğini söylüyor ve çılgınca alkışlanıyor. Hemen ardından ‘hür’ İngiliz gazetelerinin neredeyse tümü aynı başlıkla o akademisyenleri hedef gösteriyor… Kâbus gibi. Zaten parlamenter sistemle yönetiliyor; beş para etmez! Allahtan İngiltere’de yaşamıyoruz.

Türkiye, bir hukuk devletinde her ne ‘olamayacaksa’ tümünü aynı anda yaşıyor gibi. Tabii olup biten akıl ve hukuk dışılıkların, propaganda makinesinin dişlilerinde yeniden ve yeniden üretilip sunulması gerekli. Devletten beslenen ‘sivil toplum’ örgütleri, okullar, yurtlar, türedi zenginler, basın, idari ve yargısal kurumlar/eylemler vs. söz konusu üretimin başat aktörleri. Yurttaşı, ‘gördüklerinin aslında gördükleri olmadığına’ ikna yolunda gerekli ve en güçlü araçlardan biri hiç kuşkusuz, tercih edilen ‘dil.’

Sayıları iki bini aşan imzacı akademisyenin ve onların ifade özgürlüğünü destekleyen binlerce meslek örgütü mensubu ile yabancı kişi ve kurumların, aslında göründükleri gibi olmadığına ikna edilmeli yurttaş. Bunun için öncelikle yasa dışı bir örgüt ile bağ kurulmalı örneğin. Bir iki gün önce bir sulh ceza hâkimi, bildirinin PKK dili olduğuna hükmederek, erişim yasağı talebini reddetti.

Nefis bir hukuk yorumu değil mi sizce de! Eğer bir metnin dilini beğenmiyor ve bir örgüt diline ‘benzetiyorsanız,’ o metin ile örgüt arasında başkaca bir delile gereksinim duymadan bağ kurarsınız. Harika. Hani şu aralar ‘kandırıldık’ saçmalıklarına konu olan şu ‘çöken davalar’ var ya, işte o davaların açılmasına neden olan iddianamelerin bir kısmı da aynı muhteşem hukuk mantığına sahipti: Murat ‘Allah bir’ dedi, IŞİD ‘Allah bir’ diyor; demek ki arada bir bağ var…

Lafı uzatmayayım çünkü bu kafaya ilişkin sarf edeceğim her bir sözcük, en hafifinden tazminata neden olabilir ki o kadar zengin değilim!

Devletin ‘elverişli dil’ çabasının en nadide örneklerinden biri de şu aralar yeniden tedavüle giren, ‘devletin ekmeğini yiyorlar’ propagandası. Ne kadar ikna edici değil mi? Devletin ekmeğini yiyen akademisyenler, nankörlük (malumunuz, ‘nan,’ ekmek anlamındadır) ediyor. İmzacıların yalnızca bir kısmının devlet üniversitelerinde çalışıyor oluşları gerçeği bir yana; ne demektir devletin ekmeğini yemek? Devlet, yemem için bana ekmek mi veriyor?

Toplumsal/dinsel kültürden siyasal kültüre aktarılan, aktarılırken epey dolambaçlı patikalardan geçen ifadelerden biri. Büyük çoğunluğunu modern devletin hak sahibi yurttaşı olamamış bireylerin oluşturduğu memleketimizde, ‘birinin ekmeğini yemek’ iddiasının bu kadar prim yapıyor olmasının gerekçesi, hiç kuşkusuz ‘devlet-yurttaş’ ilişkisinin henüz ‘devlet-tebaa’ ilişkisini tümüyle aşamamış olması. ‘Aşamama’ durumu, gerek devlet-yurttaş gerekse çalışan-sermayedar arasında kurulan bağın, her durumda devlet ve sermaye lehine oluşuna da imkân tanıyor.

Örneğin daha iki gün önce genç yaşta vefat eden bir işadamı için yazılanlara bakın. Kendisinden söz edenler, ananlar; söze ‘binlerce insana ekmek veren’ biri diyerek başlıyor. Eğer aynı durum bir batı demokrasisinde yaşansaydı ‘binlerce çalışanı olan’ diye okuyacaktık. Çünkü iş adamı ‘binlerce işçiye ekmek’ vermiyor. Binlerce işçi, o iş adamı için çalışıyor ve o iş adamı o binlerce işçinin emeği karşılığında yarattığı değer sayesinde, servetine servet katıyor.

Dolayısıyla iş adamının derdi ekmek vermek değil, kâr elde etmek. Çalışanlarına, emeklerinin karşılığının ‘yalnızca’ pek az kısmını verdiği için o kârı elde edebiliyor. Uzatmayayım, Allah muhafaza insanı tehlikeli sulara götürebilir bu tarz çarpık ve marjinal görüşler!

Aynı dil şu anda akademisyenler için kullanılıyor ki, halkta benzer bir tepki/duygu yaratılabilsin. Örneğin neden bir akademisyen devletin ekmeğini yiyor da bir milletvekili, bakan ya da devlet başkanı yemiyor? Devleti yönetenler, konutlarının masraflarını çocuklarının sünnet altınlarıyla mı karşılıyor?

Üniversitesinde çalışan kişi, kamu hizmeti sunar. AYM kararlarında da belirtildiği gibi, sıradan kamu görevlilerinden farklı olarak yaptığı iş gereği akademik/bilimsel özgürlüğe sahip bir kamu görevlisidir. İfade özgürlüğüne, bir sanatçı ve bir yazar gibi, diğer herkesten daha çok gereksinim duyan biri.

Hizmeti karşılığında halkın vergilerinden oluşan bütçeden, belli bir dilimden vergisini ödeyerek maaş alır. Vakıf üniversitelerinde çalışanların da yaptığı kamu hizmetidir tabii, yanlış anlaşılmasın. Kamu hizmeti, kamu görevlilerine özgü bir nitelik değil. Ancak buradaki sorun, ‘devletten ekmek yiyenler’ ifadesinden kaynaklanıyor.

Demek ki akademisyenler, devleti idare edenlerin, Yeni Cami önünde kuş besleyenler gibi yemledikleri birer mahlûk değil, verdikleri hizmet karşılığında ücret alan kamu görevlileri konumunda. Kamuya hizmetlerinin karşılığını, yine kamusal kaynaklardan alıyorlar. Kimse, akademisyene ekmek vermiyor.

Akademisyen, emeğinin karşılığında ekmek parasını kazanıyor. Mesele bu. Akademisyenlerin, emirlerine amade özel uçakları olmadığı gibi, gönüllerince kullanabilecekleri örtülü ödenekleri ya da yalnızca ısıtmak için milyonlarca lira harcanan sarayları da yok. Hatta çoğunun girebildiği tek saray, simit sarayı!

Unutmadan, bir de ‘cüppeleri’ var akademisyenlerin, belli törenlerde giydikleri. Aynen yargıçlar, avukatlar gibi. O cüppelerin, cebi ve düğmesi yok. Düşündünüz mü nedenini? Hiç kimsenin önünde iliklemesinler, vicdanlarıyla hareket etsinler, doğru bildiklerini söylesinler diye.

Sözlerinin bir kıymeti olsun diye. Batı icadı bir sembol cüppe ve sevgili Ali Topuz’un güzel benzetmesiyle, bizim toprağın ‘derviş hırkası’… Kimisi, sonradan ‘görünmez bir düğme’ diktiriyor olabilir. Gel gör ki diktirmeyenler de var. Düğme olmayınca, bazı sert rüzgârlarda kıçı başı açılabilir insanın ama olsun.

Düğmesiz hali daha güzel, anlamlı ve doğru. Olması gerektiği gibi…

Murat Sevinç

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.