2010, AKP iktidarı için bir dönüm noktasıydı. İktidar bu tarihten sonra Türkiye’nin sorunlarını çözme kapasitesini hepten yitirdi ve sonunda bir ‘Erdoğan rejimi‘ne dönüştü.
2013’ün Aralık ayının ardından ise AKP iktidarı dönülmez yola girdi. Cemaat’in polisi ve yargısı tarafından düzenlenen yolsuzluk operasyonlarına Erdoğan iktidarının tepkisi, bekasını korumak adına otoriterliğini alabildiğine artırıp hukuk ve anayasa dışına çıkmak oldu.
Türkiye’de düzgün ve etkin bir yargı sistemi, çalışan ve denetim görevini yerine getiren bir yasama organı ve özgür bir medya olsaydı, 17-25 Aralık dosyalarının iddia konusu olan cürümler zaten işlenemezdi…
17-25 Aralık soruşturmaları karşısında iktidarın aldığı pozisyon ise Türkiye’nin mevcut rejim altında tarafsız ve bağımsız yargı, etkin parlamento ve özgür medya gibi kalitelere sahip olmasını tamamen imkansız hale getirmiştir. Kısacası bu ülkede demokrasi, özgürlük, adalet ve iç barışın ön koşulu, Erdoğan rejiminin demokratik süreçlerin akabinde nihayet bulmasıdır.
AKP iktidarının bir Erdoğan rejimine dönüşmesi ve bu rejimin de kendi bekasını demokrasi ve hukukun dışında görmesinin neticesi, Türkiye’nin reçetesi demokratikleşme olan sorunlarından hiçbirinin artık çözülemeyecek olmasıdır. Türkiye’nin, düşen büyüme hızı, cari açık, kötü yönetişim, gelir dağılımındaki çarpıklık, yoksulluk, kalitesiz eğitim, taraflı ve bağımlı yargı, Alevi ve Kürt sorunlarını ve daha nicelerini, Erdoğan rejiminin yarattığı demokrasi krizini aşmadan çözmesi mümkün değildir.
1 Kasım seçimi yeni sorunlar ekledi
Rejimin kendisi de sorun çözme kapasitesinin kalmadığının farkında olmalı ki, bekasını korumak için ülkeyi sürüklediği 1 Kasım seçimini partisi AKP’ye kazandırmak için mevcut sorunların üzerine, çok kritik ve çok tehditkar olan yenilerini ekledi…
Üç yıla yakındır süren göreceli sükunetin ardından bir siyasi tercih olarak yaratılan çatışma ortamı, seçmeni dehşete düşüren bir terör ve kaos tehdidinin oluşmasına sebep verdi.
Ardından büyük medya ve kamu gücünü kullanan rejim, hedef seçmen kitlesini hem bu yeni sorunda kendi pay ve sorumluluğunun olmadığına hem de bu tehdidin üstesinden sadece kendi güçlü iktidarının gelebileceğine inandırmayı başardı.
Erdoğan rejimi zaferini, bu Makyavelist planın umulanın da ötesinde ‘başarılı‘ sonuç vermesine borçludur.
Bu ‘başarı‘da kimse payın büyüğünü muhalefetin hanesine yazmaya kalkışmamalı.
‘Saray’ bıraksaydı AKP-CHP koalisyonu kurulurdu
7 Haziran seçiminin gösterdiği doğal istikamet bir AKP-CHP koalisyonuydu ve Saray bıraksaydı çok büyük ihtimalle kurulacaktı.
1 Kasım seçimlerinin bir sonucu AKP’nin emanet oy hormonuyla şişirilmiş zaferiyse, diğer sonucu da Türkiye’de siyasetin çözüm üretme yeteneğini geçici felce uğratmasıdır.
Bu sonuç, ülke için çok tehlikeli olabilecek bir gidişatın kapısını açmıştır.
Gidişat, dibe doğrudur.
Çünkü siyaset ülkenin ağır sorunlarına çözüm bulmanın önünü tıkamışsa, bunlar daha da büyür, birikir ve çözülmeyen sorunlar sonunda ülkenin çözülmesine yol açar.
Öyle görünüyor ki rejimin aşağı burgu hareketi, Türkiye sorunlarının ağırlığından dibe vurunca duracaktır.
Ancak bu durumda çarpışmanın hasarı herkes için büyük olacak.
Bu dip noktasının neresi olduğunu ve dibe nasıl vuracağımızı öngörmek de mümkün değildir.
Bu şartlarda muhalefete ve sivil topluma düşen görev…
Türkiye, kendisine dışarıdan bakanlara da parlak bir manzara sunmuyor.
4-6 Kasım tarihleri arasında Washington’da Marshall Fonu’nun (GMF) ev sahipliğinde düzenlenen ve ABD, AB ve Türkiye’yi ilgilendiren sorunların tartışıldığı ‘Üç Taraflı Strateji Grubu‘ toplantısında da gidişatımız merak konusu idi. Yoksa oturumlardan birinin konu başlığı ‘Nereye gidiyorsun Türkiye? (Quo Vadis Turkey?)‘ olamazdı.
Yükselen piyasaların cari açık birincisi ve borçlanma üçüncüsü Türkiye’de kırılgan ekonomiyle demokrasi açığının bir arada ilelebet idare edilemeyeceği hususu bu toplantıda da vurgulandı.
Misal, Türkiye’yi çok yakından tanıyan, etkili ve önemli bir konuşmacı şunları söyledi: “Türkiye’nin çok çok büyük sorunları var. Türkiye’nin petrolü ve gazı yok. Buna mukabil yabancı sermaye yatırımına ve ihracata bağımlılığı var. Bu ikisinin olması iyi yönetişim yoksa mümkün değildir. Türkiye bir Venezuela değil ki 10 yıl boyunca petrol ihraç ederek içeride iyi yönetişimi ihmal edebilsin.”
Erdoğan rejiminin kendisini ve ülkeyi içine soktuğu çıkmazın özeti işte bu.
Bu şartlarda muhalefete ve sivil topluma düşen görev, ümidi kesmek, küsmek ve yabancılaşmak değil, tıkanıklığı açmak için yenilikçi çözümler üretmektir; ülke dibe vurmasın diye çok çalışmaktır.
Hepimiz aynı gemideyiz. Ne geminin batmasını bekleyeceğiz, ne de bu gemiyi terk edeceğiz.
Kadri Gursel
You must log in to post a comment.