Hem biraz kafa dinlemek hem de bazı işlerimi halletmek için 10 gündür yurtdışındayım. Niyetim ay sonuna kadar kalmak.
Fakat gelin görün ki, aklım fikrim Türkiye’de. Olup bitene tahammül etmek uzaktayken daha zor. Ay sonuna kadar kalmayı başarabilecek miyim bilmiyorum.
Bu duygu sadece bana has değil.
Yıllardır yurtdışında yaşayan, iş güç sahibi, Türkiye’ye dönmeyi düşünmeyen insanlarda bile benzer bir ruh hali var. Hayatlarını dışarıda kurmuş olmalarına rağmen akılları, fikirleri Türkiye’de.
Çünkü ülke duygusu aynen evlat, anne-baba duygusuna benziyor. Hani derler ya “Atsan atılmaz, satsan satılmaz” öyle.
Görünen o ki nereye gidersek gidelim, nerede kalırsak kalalım zor olan gitmek ya da kalmak değil, insanı huzursuz eden o duyguyla yaşamak.
Ne gidebiliyoruz ne de kalabiliyoruz. Peki ne yapacağız? Nasıl yapacağız?
“Hayır ben böyle de mutlu olabiliyorum” diyenlerdenseniz size bir sözüm yok. Çünkü gitseniz de kalsanız da sizin için değişen bir durum yok. Zaten size söylenecek bir söz de yok.
Fakat Türkiye’nin halini dert edinenlere, ülkenin geleceğiyle ilgili endişe taşıyanlara, “Ben bu ülkeden başka bir yerde huzuru bulamam, yaşayamam” diyenlere söyleyeceklerim var.
Onlar iktidarda sefa sürüyor, cefayı biz çekiyoruz
İktidarın dış politikadaki yanlışları ülkeyi büyük bir ateşin ortasına sürükledi. Kimi ülkeler etrafımızı savaş gemileriyle, topla, tüfekle sardı. Ortadoğu zaten ateş deryası.
Biz hala doğalgaz kesilir mi, tezek bulabilir miyiz, beyefendi başkan mı olsun yoksa partili cumhurbaşkanı mı olsun tartışmaları yapıyoruz. Bunca felaketin ortasında böyle tartışmalar yapmak bana çocukça geliyor. Çünkü ülke büyük bir felaketle karşı karşıyayken bu konuları tartışmak Fatih’in kuşatmasında son günlerini yaşayan Bizans papazlarının, meleklerin cinsiyetiyle uğraşmasını andırıyor.
İşin tuhaf tarafı ülkenin başını belaya sokanlar hiçbir şey olmamış gibi yanlış politikalarına devam ediyor. Üstelik bizimle alay eder gibi “Halkımız çile çekmeye alışıktır” diyerek kendi yanlışlarının bedelini de bize ödeteceklerini açıkça söylüyorlar.
Ne hikmetse onlar iktidarda sefa sürüyor, cefayı biz çekiyoruz. Kaldı ki tek derdimiz dış politika yanlışlarından kaynaklanan sorunlar değil.
İçeride de durum aynı derecede can sıkıcı.
“Kavga ederek sorunlarımızı çözemeyiz, oturup konuşalım sorunu çözelim” diyenleri, barış, özgürlük, dostluk çağrısı yapanları düşman görüyorlar, linç ediyorlar, öldürüyorlar.
Öldürmek de yetmiyor. Arkasından akla hayale sığmayacak vicdansızlıkta laflar ediyorlar. Gazetecileri dünyanın gözü önünde hapse atıyorlar.
Hayatımızı Erdoğan’a laf yetiştirerek tüketemeyiz
Cumhurbaşkanlığını kendisi için yetersiz görüp “İlle başkan olmak istiyorum” diyen Erdoğan ne kendi huzur buldu ne de bize huzur verdi. Etrafına topladığı 10-15 tetikçiyle ülkeyi de yaşanmaz hale getirdi.
Bir taraftan dış çatışmayı körüklerken diğer taraftan da içerideki yangına odun taşıyorlar. İstesek de bütün bunları içimize sindiremeyeceğimize göre tek yol kalıyor. O da mücadele.
Fakat Tayyip Erdoğan’la veyahut etrafına topladığı soytarılarla ya da iktidar mensuplarıyla mücadeleden bahsetmiyorum. Ülkeyi sarıp sarmalayan akılsızlıkla, nobranlıkla, kabalıkla, ayrımcılıkla, vicdansızlıkla yani bizi çürüten her türlü kötülükle mücadeleden bahsediyorum.
Çünkü hayatımızı Tayyip Erdoğan’a laf yetiştirerek tüketemeyiz. Onun her sözüne itiraz ederek, yaptıklarını tartışarak “Yanlış yapıyorsun” diyerek bir sonuç elde edemeyiz.
İktidarın etrafında kümelenen tetikçilerle kavga ederek ülkemizi kurtaramayız. “Aman ülke felakete gidiyor. Böyle yaparsanız batarız” gibi uyarılarla bir sonuç alamayacağımız artık net.
“Geçmişte böyle demiştiniz şimdi şöyle yapıyorsunuz” demenin de faydası yok. Çünkü utanma duyguları yok. Üstelik iktidara laf anlatma dönemini çoktan geçtik. Hipnotize olmuş gibi yanlışta ısrar ediyorlar.
Eleştiriye, uyarıya, diyaloğa kapalı birine laf anlatma çabasıyla zaman harcayamayız. Bir yol, bir yöntem bulmalıyız. İktidarı ve mensuplarını kendi kötülükleriyle baş başa bırakıp neler yapabileceğimize bakmalıyız.
Evimiz yanarken yangını çıkaranla, hatta o yangına odun taşıyanla tartışmak zaman kaybetmekten başka bir şey değil. Ne yazık ki muhalefet partilerinin siyasi aklı, kabiliyetleri olup biteni topluma anlatmaya, gidişatı durdurmaya yetmiyor.
Bu nedenle iş bize düşüyor. Yani sana ve bana.
İşe kendimizden başlamalıyız
Peki somut olarak ne öneriyorum?
Beni en çok etkileyen film sahnelerinden biri Ömer Muhtar’ın hayatını, mücadelesini anlatan Çöl Aslanı filmindeydi.
Filmde şöyle bir sahne vardı: Ömer Muhtar cephede sipere yatmış askerlerinden ayak bileklerini bacaklarına bağlamalarını istiyor.
Bu şekilde bağlandığında insan ayağa kalkamıyor ve yürüyemiyor. Eğer bağlarlarsa korktuklarında geri kaçma imkanları kalmayacak.
Amacı askerlere, “Ya kazanacağız ya da öleceğiz. Üçüncü bir yol yok” duygusunu benimsetmek.
Hepimiz benzer bir ruh haline geçmeliyiz. Ya bu kötülükle mücadele edip kazanacağız ya da etrafımızı sararan bu kötülüğün yarattığı sefalet içinde yaşayıp öleceğiz. Mücadele etmezsek bu yangının bizi yok edeceğini düşünerek hayatımızı yeniden kurgulamalıyız.
İşe kendimizden başlamalıyız. Dilimizi değiştirmeliyiz. Ayrımcılığa malzeme olmamalıyız. İdeoloji, etnik köken, inanç ayrımı gözetmeden iyi insanlarla yol arkadaşlığı kurmalıyız. İdeolojik haklılık kazanma çabasından bir fayda gelmediğini artık fark etmeliyiz.
Yüzümüzü hiçbir ayrım gözetmeden topluma dönmeliyiz.
Sabırla, sebatla insanlara, içinde bulunduğumuz felaketi ve nedenlerini anlatmalıyız. İtiraz edenlere, kavga çıkaranlara, tek derdimizin ‘Huzur içinde ağız tadıyla insan gibi bir hayat sürmek’ olduğunu sabırla anlatmalıyız.
Yazarlar, gazeteciler, aydınlar, kanaat önderleri, sanatçılar kişisel ya da ideolojik kazanç veyahut zarar endişesi gütmeden toplumla konuşmanın yolunu bulmalı. Konferanslar, halka sohbet toplantıları, paneller… Bu ülkeyi nasıl herkes için huzurlu ve yaşanabilir yapacağımız üzerine hep beraber kafa yormamız gerekiyor.
Bu sohbetlerde, toplantılarda kimseyi ötekileştirmeden farklılıklarımızı zenginlik görüp ortak noktalarımıza vurgu yapmalıyız. Dürüstlük, vicdan, liyakat ve bu ülkenin bir ferdi olmak gibi ortak değerler etrafında bir araya gelmeliyiz.
İşyerinde, okulda, sokakta, evde… her yerde iyiliği yaymayı, kötülüğü yok etmeyi amaç edinmeliyiz. Çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için, ruhumuzu çürüten bu kötülüğe asla teslim olmamalıyız.
Başarır mıyız? Elbette başarırız. Başaramazsak bile öleceksek de haysiyetimizle, onurumuzla ölürüz.
Son söz: “Bırak Allah aşkına bu ülkeyi ben mi kurtaracağım” deyip teslim olanlara: Evet sen kurtaracaksın. Çünkü sen olmazsan kimse olmaz.
Levent Gültekin
You must log in to post a comment.